YOĞUNLUK İnsiyatifi’nin ilk sergisi Adahan Oteli’nin
mahzeninde AXIS MUNDI ismi ile gerçekleşmiş, şehrin
tüm karmaşasının ortasında ruhumuzu zamandan ve
mekândan uzaklaştırmıştı. Yoğunluk ikinci sergisi ile yine
ilginç bir mekânsal deneyim yaşattı. SURUHU isimli sergi
için mekân olarak tarihi yarımadanın altında yatan sarnıç
ağından birisi, Sultanahmet’teki Nakilbent Sarnıcı seçilmiş.
Geçmişi 1500 yıl öncesine dayanan ama artık içinde
su olmayan, bu yüzden zemininde yürünebilen hatta içi
aydınlatılarak sanat galerisi olarak kullanılabilen bir sarnıç.
Yeni çalışmalarını, sanat etkinliğinin mekân ile ilişkisi
üzerine odaklanarak mekânı sanat ürünlerinin sergilendiği
steril bir mekân olarak değil bizzat sanatsal üretiminin
nesnesi olarak ele alan YOĞUNLUK’un kurucularından
Mimar Nil Aynalı Eğler ile konuştuk.
“Mekânın sonunda bizim “sonsuz ışık” adını verdiğimiz bir ışık perdesi bulunuyor.
Bu ışık mekânın sınırını bulandırıyor, belki de bir bakıma yok ediyor ve aslında bir
zamanlar bu sarnıcın eski İstanbul’un altındaki tüm sarnıçlar ile birlikte, sayısız kanallarla
birbirine bağlı olan sonsuz bir ağ gibi yaşadığını anımsatıyor. Mekânın sınırı
olsa da sonu olmuyor.”
Mimari ile sanatın işbirliğini de göz önünde tutarak bize biraz bu oluşumdan
bahsedebilir misiniz?
YOĞUNLUK’un temel meselesi sanat etkinliği ile mekân deneyiminin
ilişkisi. Bir sanat ürününün mekân ile ilişki kurmuyor olduğundan bahsetmek
mümkün değil sanat ürünleri atölyede bir nesne olarak tasarlanıp
herhangi bir duvara asıldıklarında ya da bir mekânın içine sergilenmek
üzere konduklarında dahi o mekânın deneyiminde farklılık yaratıyorlar.
Kendileri de içinde bulundukları mekânın niteliklerinden etkileniyorlar.
Bizim niyetimiz bu etkileşimin ta en baştan farkında olmak. Daha öteye
giderek mekânın kendisini sanatsal üretim için bir başlangıç noktası kılmak.
Sanat işlerinin içinde var olacağı mekân ile olabildiğince yoğun bir
ilişki içerisinden ortaya çıkmasını tetiklemek. En sonunda da mekân ve
işlerin birbiriyle bütünleştiği, birbirini çoğalttıkları bir deneyim sunmak.
YOĞUNLUK kar amacı gütmeyen bir sanat inisiyatifi. Temel meselesi ise
dediğim gibi mekân. İki yönü var bu meselenin: İlki mekânın kendisini
sanatsal üretim için bir başlangıç noktası kılmak. Önce mekânı bulmak,
mekâna ilişkin bir kavramsallaştırma geliştirmek ve sanat işlerinin bu
mekân ile olabildiğince yoğun bir ilişki içerisinden ortaya çıkmasını sağlamak.
İkinci yön ise sanatsal eylemin kendisinin bir mekânsal bir deneyim
olarak ortaya çıkması. Yani yalnızca basitçe o mekâna özgü kılınmış işler
üretmek değil aynı zamanda o işlerin, içinde olduğu mekânın varoluşsal
niteliklerini gün yüzüne çıkaracak bir güce sahip olmaları ve mekânla bir
araya geldiğinde içine gireni saran bir mekânsal deneyim oluşturabilmelerini
sağlamak En sonunda da mekân ve işlerin birbiriyle bütünleştiği,
birbirini çoğalttıkları bir deneyim sunmak.
YOĞUNLUK inisiyatifini kurma fikri nasıl gelişti ve ekip nasıl oluştu?
İnisiyatifin işleyişi nasıl?
Hepimizin şu ana kadarki uğraşılarımız dahilinde mekân ve sanat ile
farklı menzillerde ilgilendiğini söyleyebiliriz. Ben mimarlık eğitimi aldım,
fakat uzun süredir pratik alanda mimarlık yapmıyor, mimarlığın kavramsal
yönü ile ilgileniyorum. Bu anlamda içinde 1. İstanbul Tasarım Bienali
Musibet sergisinin de olduğu birkaç büyük sergi deneyimim oldu. İsmail
tasarım eğitimine sahip ve bir süredir yoğun olarak sanat alanında üretim
yapıyor. İşlerinde zaman-mekân kavramına odaklanıyor. Elif televizyon
ve medya sektörüne dair bir arka plana sahip ve ekipte organizasyonel
işlerle uğraşıyor. İnisiyatifin yöneliminin İsmail’in işlerinde süreklilik gösteren
zaman-mekân meselesi ile benim mekânın ontolojisine duyduğum
ilgi içerisinden doğduğunu söyleyebiliriz. Bu vesile ile her seferinde yeni
mekânlar ile hemhal olacağız.
“Her yeni sergide yeni mekân olacak” dediniz. Peki, mekân seçimleri
nasıl yapılacak?
Galiba mekânları seçmekten çok keşfediyoruz ya da onlar bizi buluyor.
Adahan İstanbul’daki mahzen mekânı yakın bir arkadaşımızın tavsiyesi ile
karşımıza çıktı. Mahzene girdiğimizde karşılaştığımız atmosfer, mekânın
üçüncü boyuttaki etkisi ve artikülasyonu, zamanın duvarlarda oluşturduğu
katmanlaşmalar, izler ve dokular çok etkileyici idi. Bu yerin kendine ait
bir zamana sahip olduğunu hissettik. Bundan sonraki mekânların da ilk
karşılaşma anında bize hissettirdikleri üzerinden daha sezgisel bir şekilde
ortaya çıkacağını sanıyoruz. Halihazırda bilinen mekânlardan ziyade gündelik
hayata çok katılmayan fakat içine girildiği anda mekânsal nitelikleri
ile bizde derin bir his bırakan mekânlar daha cazip geliyor. Adahan’daki
mahzenin, Beyoğlu’nun ortasında olmasına rağmen da hala bir tür keşfedilmemişliğe
sahip olması, mekânı özgün kılan niteliklerden biriydi.
YOĞUNLUK; ilk sergisinde bir mahzeni, ikinci sergisinde ise bir sarnıcı
seçti. Mekânları nasıl seçiyorsunuz biraz anlatır mısınız?
YOĞUNLUK’un sergi sürecinin ilk ve en önemli aşaması mekân seçimi.
Tam olarak bir seçim değil belki, aradığımız mekânın karşımıza çıkması da
diyebiliriz. Çünkü “aramakla bulunmaz, ama ancak arayan bulur” misali
biz bir sonraki sergiyi hangi mekânla yapabiliriz diye yola çıktığımızda
sonu belirsiz bir yolculuğa çıkıyoruz adeta. Bazen sokakları adım adım
gezip her kapının ardına bakarak, bazen görüştüğümüz kişilerin belleklerini
yoklayarak oluyor bu. Nakilbent Sarnıcı’nı duymamız, Pera Müzesi
koordinatörü Zeynep Ögel ile bir sohbet esnasında gerçekleşmişti.
Sultanahmet’te kocaman bir sarnıcın bir halı mağazasının altında olması
ilgimizi çekti önce. Gelip görmek istedik. Kendileri de sanat eseri olan
halıların arasından geçip sarnıcın içine indiğimiz an ise buranın yukarıdaki
dünyadan başka bir zamana sahip olduğunu hissettik. Bu yüzden bu
mekânın YOĞUNLUK’un üretmek istediği türden bir deneyimi bağrında
taşıyor olabileceğini umduk.
İşler önceden mi planlanıyor?
Bir sergi sürecine başladığımızda kafamızda hiçbir şeyin olmadığını söyleyebiliriz.
Mekânla karşılaşana kadar… Mekânın içine girdiğimiz an bize
bir şeyler fısıldıyorsa ve dile dökülemeyen bir takım hislerin oluştuğunu
hissediyorsak mekânla aramızda, o mekânda karar kılıyoruz. Bu karar oldukça
sezgisel. Karar bir kere verildikten sonra mekâna yakınlaşma süreci
başlıyor. Mekânın inşa edildiği zamana kadar geri gitmeye çalışmak, varoluş
sebebini anlamak, mekânın içinde neleri barındırmış olduğunu, yapıldığı andan
bugüne nasıl bir zaman geçirmiş olduğunu aramak o mekânla kurulan
ilişkiyi katmanlaştırıyor. Sanırım bütün bu ilişki kanalları, o mekâna varoluş
sebebini veren ve daha sonra hafızasını oluşturan, mekânın kalbinde yatan
bir tür özü idrak etmek için açılıyor. Sonradan geriye dönüp baktığımızda her
seferinde mekânın kalbinde gizli bir “gözle görünmeyen”i aradığımızı fark
ediyoruz. Bu özsel bileşen Axis Mundi için mekânın ortasında gizlenen kuyu
idi, SuRuhu için sarnıcın içinde bugün var olmayan su oldu.

“Ayasofya’ya her girdiğimizde ışığın, sesin ve etrafımızı saran mekânın niteliklerinin
bizi başka bir zaman-mekâna götürdüğünü hissedebiliriz. Ya da bazen bir avluya girdiğimizde
ışığın birden loşlaşması, ortada akan bir su, ağaçların kokuları yine tüm
duyularımıza hitap ederek bizi sarar. Yoğunluk’un temel ilham kaynağı mekânsallığın
bu gücü.”
“Sergi” demek bize de zor geliyor. İlla bir tanıma gerek duysak
“mekânsal deneyim” demek isterdik ama bu terminoloji hala dile yerleşmiş
değil. Aslında mekânsal deneyimin temeli mimarlığın gücünde
yatıyor. Tarih boyunca üretilmiş olan ve günümüzde de örneklerini
bulabildiğimiz kuvvetli mimarlık ürünleri, içlerinde benzer deneyimler
taşıyor. Ayasofya’ya her girdiğimizde ışığın, sesin ve etrafımızı saran
mekânın niteliklerinin bizi başka bir zaman-mekâna götürdüğünü hissedebiliriz.
Ya da bazen bir avluya girdiğimizde ışığın birden loşlaşması,
ortada akan bir su, ağaçların kokuları yine tüm duyularımıza hitap
ederek bizi sarar. YOĞUNLUK’un temel ilham kaynağı mekânsallığın
bu gücü. Yapmaya çalıştığımız, bazen fiziksel, bazen elle tutulamayan
mecralar kullanarak mekâna ortak olmak, ya da mekânlarda potansiyel
olarak bulunan gücü açığa çıkarmaya çalışmak.
Kolektif çalışma çok yerinde bir tanım. Burada işin kavramsal çerçevesini
oluşturan YOĞUNLUK ile işi ortaya çıkaran sanatçıların benzer
hisleri paylaşması önemli. Şu ana kadar katılan sanatçılar, bu hisleri
paylaşmakla kalmayıp bizim başlattığımız noktanın çok ötesine taşıdılar.
Seçilen “yer” mimari açıdan çok mühim. Plan şeması bilinen, kolonlu
bir sarnıç. Sarnıca bir müdahalede bulundunuz mu? İçeride yaratılan
sisin kaynağının komşu camiden alınan su olduğunu söylediniz.
Biraz bu ayrıntıları anlatır mısınız?
Sarnıcın tarihi yapısına herhangi bir müdahalemiz olmadı. En önemli müdahalemiz
güncel eklemelere oldu. Sarnıç, özenli bir restorasyonun ardından
2005 yılında ziyarete açılmış. Her gün onlarca turistin ziyaret ettiği
bir mekân, yılda birkaç kez sergilere de ev sahipliği yapıyor. Bu yüzden
zemini ahşap bir döşeme ile kaplanmış, tavana aydınlatma sistemi yerleştirilmiş.
Gündelik bir ziyarette her detayını görebileceğiniz, hayli aydınlık
bir mekân burası. Oysa sarnıç, doğası gereği içerisinde yalnızca suyun
bulunduğu, ışığın olmadığı karanlık bir mekân. Bizim ilk müdahalemiz aydınlatmayı
devre dışı bırakmaktı. Sisin kaynağı ise komşu camiden ödünç
alınan su. Sarnıcın içerisinde az da olsa kendiliğinden biriken su yansıma
havuzlarda kullanıldı. Fiziksel olarak en büyük ek, mekânın sonunda, bizim
“sonsuz ışık” olarak adlandırdığımız kısmı oluşturan 6 metrelik perde.
Sarnıç Nakkaş Halı’nın Sultanahmet’teki mağazasının alt katında ve halihazırda
orada sergiler düzenleniyor. Kulağa çok hoş geliyor. Kendilerini
bilvesile kutlarız bu katkılarından ötürü. Keşke bu tip mekânlar
artsa, kıymetli olan bu mekânlar değerlendirilse. Nakkaş Halı’nın size
katkısını biraz anlatır mısınız?
Burayı keşfetmeden önce Sultanahmet’te başka mağazaların altındaki
sarnıçları da görme fırsatımız oldu. Maalesef hepsi bu kadar şanslı değildi.
Bazıları depo olarak kullanılıyor, bazıları ise kullanışlılık adına büyük
değişiklikler geçirmiş durumda. Tarihi Yarımada’nın altında bir sarnıç ağı
yatıyor. Değerlendirilmeleri için belki de daha bütünsel bir proje geliştirmek
düşünülebilir.
O halde mekâna göre işler oluşuyor, diyebilir miyiz?
Elbette. Hatta bazı durumlarda iş ile mekân ayrımını yapmak oldukça
güçleşiyor. Axis Mundi’de pek çok kişi “Bu havuzu siz mi
yaptınız, daha önce yok muydu?” diye sormuştu. SuRuhu’nda ise
daha öte bir durum var: Geçmişi 1500 yıl öncesine dayanan ama
artık içinde su olmayan, bu yüzden zemininde yürünebilen hatta içi
aydınlatılarak sanat galerisi olarak kullanılabilen bir sarnıç. Temel
niyetimiz mekânın varoluş nedeni olan suyu mekâna geri çağırmak
ve bu yolla mekânın hafızasının kendini yansıtacağı bir aralık
açmaktı. Suyun kendisini mekâna geri getirmek mümkün değildi,
yapısal zaafiyetlerden dolayı sarnıcın su toplaması mümkün değil
bugün. Mümkün olsaydı da bunu tercih etmezdik muhtemelen. Bunun
yerine suyun “ruhu” dediğimiz su zerreciklerini çağırmak ve
hafızayı bu zerreciklerin üzerine yansıyan ışık ile aktarmak projenin
temel fikri oldu. Işık ve su zerreleri arasında kurulan farklı türden
ilişkiler; içinden geçilebilen yüzeyler, içinde nefes alınabilen doluluklar
yarattı. Bu, yerin altında bir yapı olan sarnıcın doğal hali olan
karanlık içerisinde gerçekleşti. Yani her yeri aydınlatılmış, her parçası
görülen bir mekândan; su içindeki hayallerin aydınlattığı kadar
görülen bir mekâna geçildi. Sarnıç, gözle görülüp her noktasına
hakim olunan değil, içinde kurgulanan deneyim ile birlikte, hatta
ancak onun sayesinde algılanabilen bir mekân haline geldi. Bu
anlamda da mekân ile işi ayırmak bu sefer neredeyse imkansız. İş,
mekânın kendisini de içine alan bütünsel bir deneyim oluşturuyor.
İki sergisinde de dış dünyanın tüm karmaşasından ruhlarımızı uzaklaştırmayı
başardı YOĞUNLUK. Bu bağlamda tam olarak ne amaçlıyor
YOĞUNLUK?
Evet, iki sergide de ortak olan bir his oldu bu. YOĞUNLUK tarafında, bu anlamda
önceden dile dökülmüş herhangi bir amaçtan bahsetmek mümkün değil. Her
sanatsal eylemde ve bazı şanslı durumlarda mimarlıkta da mümkün olabildiği
gibi işin genel atmosferinin, onu ortaya koyan kişinin/kişilerin iç dünyaları ile ilişkili
olduğu düşünebilir. YOĞUNLUK’un en azından kendi içinde dile dökebildiği
isteklerden biri, ilişki kurmak için büyük çaba sarf etmeye ihtiyaç olmadan insanı
içine çekebilen, saran ve ona hem bedensel hem de zihinsel bir deneyim yaşatabilecek
mekânsallıklar oluşturmaktı. Bu türden bir yoğunlaşma, “karmaşa”
dediğiniz gündelik akışın içerisinde daha zor gerçekleşiyor. Bizim ele aldığımız
mekânlar ise hem yaşları itibariyle içinde bulunduğumuz zamandan çok önceye
dayanıyorlar, hem de mekânsal olarak dışarıdaki dünyadan başka türlü bir
zaman akışı üretiyorlar. Biz de onlardaki bu potansiyeli açığa çıkarmak, derinleştirmek
ve yeni katmanlar eklemek istiyoruz. Sanırım, izleyicilerin yorumlarına
bakılırsa SuRuhu’ndaki deneyim bu anlamda oldukça dramatik. Dünyanın
karmaşasından uzaklaşmanın ötesinde
bu dünyanın zaman ve mekân
algısından uzaklaşıldığı hatta bir tür
ölüm sonrası deneyimi çağrıştırdığını
duyduğumuz oldu.
Size soruları sorarken ve yazıyı hazırlarken
“sergi” kelimesini kullanmakta
zorluk çekiyorum. Zira bana
göre ikinci kolektif çalışmanız bir
sergiden öte bir performans gibi.
Bir film platformu kurmuş gibisiniz
ve izleyiciyi kısa bir zaman dilimi
bile olsa gerçeklikten koparıp başka
bir aleme götürüyorsunuz ve bunu
yaparken izleyicinin çok çabalaması
gerekmiyor yani ortam tüm şartları
sunuyor. Işık, ses, su… Hepsi birlikte
kişiyi başka bir aleme taşıyor. Bu açıdan
değerlendirebilir misiniz?
Nakkaş Halı bu mekânı halihazırda çok özenli kullanıyordu. Zemindeki
ahşap kaplamanın niteliğinden tutun içeride bizden önceki sergilerde
gösterilen hassasiyete kadar mekânın kıymetli ellerde olduğunu hissetmiştik.
Yöneticiler Cengiz Korkmaz, Cengiz Kara ve Mesut İnceoğlu fikri
ilk duyduklarında oldukça heyecanlandılar ve hızla öneriyi kabul ettiler.
Bu mekânı hazırlık süreci de dahil 3 ay boyunca bedelsiz olarak bize bıraktılar.
Özellikle son 1 ay boyunca ekip geç saatlere kadar burada çalışıyordu.
Her gün onlarca turist grubunun gezdiği bir yeri bu türden bir
çalışma alanı olarak kullanmak oldukça zorlayıcı idi ve Nakkaş Halı’nın
gönül desteği olmadan bu mümkün olamazdı. Hatta sanatçıları rahatsız
etmemek adına kendileri bile inip aşağıda neler oluyor diye bakmadılar.
Öte dünyaya geçiren, bir nevi hipnotize eden işleri nasıl bir araya getirdiniz?
Aslında her şey bir bakıma kendi doğal süreci içinde gelişti. Ana yaklaşımı
“suyu su zerrecikleri halinde mekâna geri çağırmak” olarak belirledikten
ve ışık ile ses yoluyla mekânın hafızasını uyandırma niyetiyle yola çıktıktan
sonra bazı denemelere başladık. YOĞUNLUK’u kuran 3 kişilik bir
ekip var fakat Axis Mundi’deki sanatçılardan biri olan Nezih Vergeloğlu
her daim yakınımızdaydı. Bu sergi ile ilgili denemelerin en başında o da
sürece dahil oldu ve teknik uygulama becerisiyle kurguda büyük pay sahibi
oldu. İsmail ile konuşmalarımız sonucunda oluşan ana fikirden sonra
“Kimi davet edelim” gibi bir sorudan ziyade “Hakikaten sisin içinde nasıl
deneyimler üretilebilir” diyerek herkes kendi merakının peşinden gitmeye
başladığı bir sırada Dalgalar sergisi vardı ve yaklaşımını kendimize çok
yakın bulduğumuz ve önceden de tanıdığımız Büşra Tunç’un o sergideki işini
gördük. Büşra mimarlık eğitimi almış, son dönemde disiplinler arası bir alanda
çalışan bir sanatçı. Temel maddesi ışık olacak bu sergi için doğru bir kişi
olabileceğini düşündük. Fikirleri ve yaklaşımı gerçekten de dönüştürücü oldu.
Sergi sisteminin teknik kurgusunu gerçekleştiren Sergen Tertemiz, koordinasyonu
üstlenen Elif Tekir ve grafik tasarımda emeği geçen stajyerimiz Julia
Schafer olmasaydı bu işi hayata geçirmek mümkün olmazdı. Kısacası, ihtiyaç
duyulan kişilerin doğal bir süreç içerisinde bir araya toplandığı ve birbiriyle
aynı dili konuştuğu, benzer hisleri taşıdığı bir süreçti.
Sarnıç bir çeşit Sürreal bir mekân. Rüya alemi gibi. Karanlık hakim ve
o karanlığın ucunda bir ışık var. Ziyaretçileriniz nasıl değerlendirdiler,
vermek istediğiniz ana his ne idi?
Mekânın sonunda bizim “sonsuz ışık” adını verdiğimiz bir ışık perdesi
bulunuyor. Bu ışık mekânın sınırını bulandırıyor, belki de bir bakıma yok
ediyor ve aslında bir zamanlar bu sarnıcın eski İstanbul’un altındaki tüm
sarnıçlar ile birlikte, sayısız kanallarla birbirine bağlı olan sonsuz bir ağ gibi
yaşadığını anımsatıyor. Mekânın sınırı olsa da sonu olmuyor.
İlk mekânınız olan Adahan Oteli mahzeni eski zamanlarda bir sergi
mekânı değildi aslında. Sonradan oldu. Tıpkı Sarnıç gibi. Bugün sergi
mekânı olarak kullanılıyor ve üzerinde mağaza var. Steril “White cube”
mantığına karşın fısıltıları bitmeyen kadim yerlerin de sergileme yeri
olarak kullanılıyor. Bu bağlamda kültürel amaçlar ile inşa edilmemiş
ancak günümüzde sergi mekânı olarak kullanılan mekânlar için siz neler
söylemek istersiniz?
Bizim derdimiz daha fazla mekânın kendisi ile. Onu bir sergi mekânından
öte sanatsal eylemin başlangıç noktası olarak görmeye çalışıyoruz.
Mekânı, içine yerleştirilecek sanat nesneleri için bir sergileme mekânı
olarak düşündüğümüzde ise mekân ve o nesnelerin kaçınılmaz ilişkisi
gündeme geliyor. Bazen mekân o kadar güçlü oluyor ki nesneleri adeta
yutuyor ve görünmez hale getiriyor. Bazen ise nesneler mekâna baskın
geliyor ve birtakım niteliklerini görünmez hale getiriyor. Sanırım bu tip
mekânlarda herhangi bir sergi yapmadan önce mekânın sesini bir kez
daha dinlemekte fayda var.
Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederiz.










