Türkiye’deki doğal taş sektörünün son 60 yılına çok önemli katkılarda bulunarak tanıklık eden ve sektörün endüstrileşmesiyle ilgili tüm süreci yakından izleyen Prof.Dr Erdoğan Yüzer’in meslek yaşamı ilklerle dolu. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Türkiye’nin ilk Kaya Mekaniği Laboratuvarı’nın kurucusu olan, 1990’lı yıllarda DPT desteğiyle İTÜ Maden Fakültesi’ndeki ekibiyle birlikte Türkiye’nin ilk doğal taş envanteri çıkaran içerisinde yer alan, “mermer” yerine “doğal taş” deyiminin gittikçe artan bir yaygınlıkta benimsenmesinde önemli katkıları bulunan, 39 ülkenin temsilcilerinin katıldığı Türkiye’nin doğal taşla ilgili ilk uluslararası sempozyumunu yine İTÜ’de düzenleyen Prof.Dr Erdoğan Yüzer ile doğal taş sektörüne adadığı meslek yaşamının önemli dönüm noktalarını, sektörün dünü ve bügünü ile ilgili yorumlarını ve Anadolu’nun doğal taş zenginliklerini yurt dışında tanıtmak amacıyla farklı meslektaşlarıyla birlikte halihazırda üzerinde çalıştığı son kitabı hakkında konuştuk.
Bir yerbilimci olarak özellikle doğal taşlara olan ilginiz nasıl başladı?
Erdoğan Yüzer: 1959 yılında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Jeofizik Jeoloji Bölümü’nden mezun oldum. 1959-1960 da İTÜ Hidrojeoloji Enstitüsü’nde Yüksek Lisans öğrenimimi tamamladım ve Türkiye’nin ilk hidrojeologlarından birisi olarak diplomamı aldım. Bu arada rahmetli hocam Prof. Dr. Kemal Erguvanlı ile tanıştım. Kendisiyle 30 yıl boyunca geceli-gündüzlü birlikte çalıştım. 1989 yılında hocamı kaybedince, onun bıraktığı ilkelere ve doğal taş sevgisine bağlı kalarak bugüne kadar geldim. Kısacası, doğal taş sevgimi Türkiye’nin ilk mermer ve inşaat taşları yazarı hocama borçluyum. 2004 yılında emekli oldum ancak henüz yorulmadım. Deyim yerindeyse “elimdeki eleği daha duvara asmadım”. Bu nedenle yorulana kadar çalışmaya elimden geldiğince gayret ediyorum.
İTÜ’de yüksek lisans ve doktoranızı tamamladıktan sonra ABD’ye giderek “Kaya Mekaniği” konusunda eğitim aldınız. Bu eğitim Türkiye’ye döndükten sonra size ne tür avantajlar sağladı?
EY: Öncelikle doktora sürecimden bahsedeyim, çünkü benim için son derece önemli. Prof. Dr. Kemal Erguvanlı’nın yönetiminde, Güneydoğu Anadolu’da Diyarbakır ve Siirt illeri arasındaki tarihi Malabadi Köprüsü’nün olduğu alanda Batman Çayı üzerinde yapılması planlanan baraj yeri ve göl alanının mühendislik jeolojisi sorunlarının araştırılmasında 4 yaz boyunca çalıştım. Halen inşaatı süren Silvan Barajı doktora sahamdadır. Bugünkü değerlendirmelerime göre ülkemizin bu yöresinde geçirdiğim yıllarda benzersiz bir deneyime ulaştım. Bu döneme yaşamımın mesleki ve sosyal açıdan “pişme dönemi” diyebilirim. Pişme dönemi tanımlamamı biraz açıklamak istiyorum; öncelikle yöre ikliminin zaman zaman 45-50°C’ye varan sıcaklığında kavruldum. Daha da önemlisi 1960’ların Türkiye güneydoğusunun sosyal yaşam koşullarını, sorunlarını yakından izledim. Böylelikle günümüzde ülkemizin nereden nereye geldiğini daha iyi anlıyor ve değerlendirebiliyorum.
Tezim 1964 yılında tamamlandı, 1965’te de kabul edildi. Sonrasında, ne yapmam gerektiği konusunda bir arayışa girdim. O yıllarda “kaya mekaniği” kavramı akademik ortamda sıklıkla konuşuluyordu; ancak ne olduğuyla ilgili tam olarak bir bilgimiz yoktu. Ben de konuyu merak ettim, doğal taşlarla ilgili gördüğüm bu alanın içine girmek istedim. Bu amaçla kendimi yurt dışında bu alanda geliştirmek için bir ön araştırma yaptım. Çeşitli ülkelerdeki ve Amerika’daki iki üniversiteyle temasta bulundum. Bunlar arasında, kaya mekaniğinin o dönemdeki merkezlerinden biri olan Minnesota Üniversitesi ve Cornell Üniversitesi’nden olumlu cevap aldım. Yarı zamanlı burslar ve devlet desteğiyle 2 yıl boyunca ABD’de kalarak hem kaya mekaniğinin hem de mühendislik jeolojisinin ünü bilinen önderleri Prof. C. Fairhurst ve Prof. G. Kierch ile çalışma imkanı buldum. Türkiye’ye döndüğümde, öğrendiğim bilgileri ülkeme katkı sağlama adına kullanmak istedim ve doğal taşların iç yapılarına dayalı mekanik özellikleri üzerinde çalışmaya karar verdim. Bu amaçla, doçentlik tezimi hazırlayabilmek için Marmara Adası’nın mermerlerini ve dolomitlerini karşılaştırmak için deneysel bir araştırmaya giriştim. Bu çalışmalarım, 1971 yılında sonlandı.
“Taşa gönül verdiğim yer” diye bahsettiğiniz Marmara Adası’ndaki ocak deneyiminiz size neler kattı?
EY: Taşların oluşurken kazandıkları iç yapıları, onların nerede kullanılacağı hakkında bizlere ipuçları verir. Ben de bu iç yapıyı araştırmak için bir dizi deney yapmak istedim. 1964 yılından başlayarak yaklaşık 2 yıl süren arazi çalışmalarımda, Marmara Adası’na giderek oradaki mermerleri ve dolomitleri inceledim; laboratuvar deneyleri için örnekler aldım. Şunu söyleyebilirim ki; Marmara Adası, en azından İtalya’nın Carrara ocaklarıyla karşılaştırılabilecek düzeyde bir kaynak zenginliğine sahip. Doğudan batıya 15 km boyunda, 3 km eninde ve denizin altında da en az 200 m devam eden bir zenginlik düşünün. Böyle bir zenginliğe dünyada rastlamak pek mümkün değil.
Sözünü ettiğim mermer ve dolomit zenginliğinin bulunduğu alanda 1960’ların ilkel koşullarındaki ocak işletmeciliğinin Roma Dönemi’nden itibaren yapılan antik mermer ocaklarının paha biçilmez izlerini görme ve Saraylar beldesindeki taşçılıkla uğraşan zanaatkarların ilginç öykülerini dinleme olanağını buldum. Bu arada, 1950-1960’larda ocaklardaki üretime sırtlarında su taşıyarak başlayan cefakar ilk taşçı kuşağının gayretlerinin hiçbir zaman unutulmamasının önemine inandığımı belirtmek isterim.
Tarih boyunca hem dünya hem de ülkemizde önemli yapılara hayat vermiş olan Marmara mermerinin merkezi olan Marmara Adası, sizce günümüzde sanatsal ve turistik açıdan sahip olduğu potansiyeli iyi değerlendirebiliyor mu?
EY: Hak ettiği ölçüde değerlendirildiğini söyleyemem. Marmara Adası’nın kuzeyinde, Saraylar Beldesi’nin limanında 2000’li yıllardan itibaren heykel yarışmaları düzenleniyor. Bu amaçla yurt içi ve yurt dışından davet edilen heykeltıraşlar, kendilerine ocak sahipleri tarafından verilen mermer bloklarla 1 ay boyunca çalışıyor, ardından ortaya çıkan eserleri sergileniyor. Söz konusu mermer heykelleri, bugün Saraylar Limanı çevresine bir güzellik katıyor. Bu girişim takdir edilmesi gereken bir sergileme, ancak yeterli olduğunu düşünmüyorum. Saraylar Beldesi’nde 1912 yılında kurulan ve belki de dünyanın en eskileri arasında anılacak bir taş fabrikası bulunuyor. 1930 yılında tekrar elden geçirilmiş, ancak bugün harap bir halde. Gönlümden geçen, Marmara Adası Saraylar Beldesi’nin bir doğal taş müzesinin odağı haline getirilmesi. Bir yandan tarihsel dönemlerden itibaren kalıntılarını görebileceğimiz antik ocaklar ve yerinde bırakılmış sütunlar, bir yandan da günümüzdeki teknolojik yöntemlerle blok çıkarılan ocaklar. Özetle, buradaki antik ve günümüz taş ocaklarından başlayarak tarihi mermer fabrikasına, oradan da turistik dinlenme alanlarına, plajlara kadar uzanan bir zenginlik olarak değerlendirilebilir.
Saraylar Beldesi’nin tüm sokaklarının mermer ocak artıklarının değerlendirilmesi ile döşenmiş mermer kaldırımlar üzerinde yürüdüğünüzü düşünün! Böyle bir sergilemeyi dünyanın hangi yöresinde bulabilirsiniz? Gönlümden geçen bu…
İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Türkiye’nin ilk Kaya Mekaniği Laboratuvarı’nı kurdunuz. Bu laboratuvarın Türkiye doğal taş endüstrisinin gelişimdeki önemi nedir?
EY: Yurt dışından döndüğümde, orada gördüklerimi Türkiye’de uygulayabilmek için her şeyden önce çalışılabilecek gerekli aletlerin yer aldığı bir laboratuvara ihtiyacımız vardı. Kaya Mekaniği Laboratuvarı da bu ihtiyaçtan doğdu. Alman hükümeti teknik yardım programından yararlanarak MTS olarak bilinen kontrollü gerilme deformasyon ölçme yapabilen bir sistemi ilk kez ülkemize getirdik. Bugün sadece İTÜ’de değil, pek çok üniversitemizde de kaya mekaniği laboratuvarları bulunuyor. Amacımız, taşlar üzerinde deneye bağlı sayısal sonuçlar elde etmek. Nitekim bu sonuçlar, o tarihteki İMİB’in kataloglarına kaynak oluşturdu. İMİB ile olan ilişkilerimiz, kuruluş yılından (1976) bugüne devam ediyor. Tarafımızdan üretilen deney sonuçları, İMİB’in iç kullanım ve dış satım için kullanılan kataloglarına kaynak olarak kullanılıyor. Onlardan aldığımız lojistik destek ve yüreklendirici yardımlar nedeniyle İMİB ile günümüzde de süregelen sıkı bir ilişkimiz var.
60 yılı, aşkın meslek hayatınız boyunca Türkiye’deki doğal taşların endüstrileşmesiyle ilgili tüm süreci izlediniz. 1980 sonrası dönemde Türkiye ekonomisindeki kalkınma adımları ve liberal ekonomiye geçiş doğal taş sektörünü nasıl etkiledi?
EY: 2009 yılında İMİB tarafından hazırlanan “Türkiye Doğal Taş Sektörü’ne Emeği Geçenler” başlıklı röportaj serisi içerisinde, 1959-2009 arasında geçen 50 yıl aralığında yaşadıklarımı 10’ar yıllık bölümler olarak anlatmaya çalışmıştım. Bugün de daha çok 2009’dan başlayarak günümüze kadar geçen son 10 yılı aşan zaman aralığında, ülkemizde önemli gördüğüm olaylar ile bağdaşan sektördeki gelişmelere ilişkin görüşlerimi açıklamak istiyorum.
2009’dan günümüze kadar geçen 10 yılı aşan zaman aralığında “mermer” yerine “doğal taş” deyiminin gittikçe artan bir yaygınlıkta benimsenmesinden “çorbada tuzu olan” birisi olarak kıvanç duyuyorum. Artık çoğumuz “mermer” ve “doğal taş” kavramlarının dünya ile birlikte doğru kullanılmasının tanığı oluyor, bugün bir adım daha atarak, yerine göre doğal taş (mermer) şeklindeki tanımlama için “mermer ve diğer doğal taşlar” tanımlamasının benimsenmesini öneriyorum.
Son 10 yıl içerisinde, 2008 yılında yayımlanan “Doğal Taş Deyince” (E. Yüzer, Y. Güngör, S. Angı) başlıklı kitabımızın baskıları tükendi. Bunun üzerine, 2016 yılında geçen zaman içinde sektördeki gelişmeleri değerlendiren “Doğal Taşın Öyküsü” (E. Yüzer, Y. Güngör, S. Aydoğan) başlığı ile yeni bir kitabı hazırladık. Daha çok toplumumuzdaki doğal taş bilgilenmesini ve sevdirilmesini amaçlayan, görsel zenginliğe odaklanan bu kitabın yayınlanması konusunda Sayın Suat Sarısoy’un ve Sayın Ali Kahyaoğlu ve Sayın Aydın Dinçer’in yüreklendirici desteklerine teşekkür etmeyi zevkli bir görev saydığımı da belirtmek isterim.
1980’li yılların ikinci yarısı doğal taş sektörü için bir sıçrama dönemidir. Şöyle ki, benim de tanığı olduğum 1960’ların başından itibaren doğal taş uğraşısı bir zanaat olarak algılanıyordu. Örneğin; Marmara Adası’nda hamam kurnaları veya tuvalet taşları gibi taşçılık olarak adlandırılan ve daha çok zanaata dayanan sınırlı ölçüde gelişen bir üretim vardı. 1980’lere gelindiğinde; doğal taşla uğraşan kişilerin yurt dışı seyahatleri, dünyada konuyla ilgili ne olup bittiğine ilişkin gözlemleri iki büyük değişikliğe zemin hazırladı. Bunlardan ilki yasal, ikincisi teknik anlamda değişikliktir. Yasal değişiklik konusunu biraz açacak olursam, anılan yıllara gelene kadar doğal taş ocaklarında il özel idarelerinden ihale ile alınan sınırlı süreli bir işletme izni vardı. Bu izin süresince ocaktan kontrolsüz, en fazla ne kadar blok elde edilebileceğine odaklanılırdı. Böylelikle ocaklardaki hoyrat üretim sonucunda ocakların geleceği hiç düşünülmezdi. 1980’lerin sonunda, Taş Ocakları Nizannamesi olarak bilinen bu izin uygulamasına son verildi. 3213 sayılı Maden Yasası’na geçiş sağlandı. Böylelikle blok taş ocakları maden olarak değerlendirildi. Bu durumda, bugünkü ismiyle Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nden alınan ruhsat sayesinde ihale koşullarına bağlı kaldığınız sürece o ocağın sahibi sayılıyorsunuz. İşletme koşullarındaki elmaslı tel kesme ve diğer teknik gelişmeler de buna eklenince, taşçılık denilen zanaatın giderek artan bir ivmeyle endüstrileşmeye doğru geçişine tanık olduk. Bu konuda her yıl artan bir üretim grafiğimiz var. Örnek verecek olursak, pandeminin bütün olumsuz koşullarına rağmen 2020 yılı içinde yalnızca %1’lik bir dış satım gerilemesi oldu. Hem yasal hem de teknolojik gelişmeyle birlikte yaşanan bu sıçrama, 1980’lerin ikinci yarısından başlayarak günümüze kadar devam ediyor.
1990’lı yıllarda DPT desteğiyle Türkiye’nin ilk doğal taş envanteri çıkarıldı, ancak bu envanter şu an güncelliğini yitirmiş durumda. Günümüz Türk doğal taş rezervlerinin güncel durumunu yansıtan bir envanter eksikliğinden söz edebilir miyiz?
EY: Evet, ancak o eksiklik MTA’nın uzun soluklu ve Türkiye’nin 81 iline yayılan çalışmalarını içeren 2019 yılında çıkardığı envanter yayını ile büyük ölçüde giderildi. 1990’larda DPT tarafından desteklenen ve İTÜ’de hazırlanan ilk envanter, Prof. Dr. Mustafa Erdoğan ve diğer arkadaşlarımızla beraber yaptığımız 5 yıllık bir çalışmanın ürünüydü. 5 cilt halinde Türkiye’nin bölgelerine göre, o günkü koşullarda ocak bazında yapılan bir envanter çalışmasıydı. Üzerinden yıllar geçtiği için anılan envanter güncelliğini yitirdi. Bu anlamda sözünü ettiğim MTA’nın güncel bilgileri içeren değerli çalışması büyük bir boşluğu doldurdu.
O yıllardan günümüze doğal taş sektöründe neler değişti?
EY: Öncelikle doğal taşa bakış açısı değişti. Taşçılıkla yoğrulmuş öncü kuşak, işi bugün oğullarına ve hatta torunlarına devretmenin paha biçilmez hazzını yaşıyor! Bu genç kuşak dünyayı biliyor, dünyanın her yerindeki doğal taş fuarlarına katılıyor, gelişmeleri izliyor. Ülkeye dönünce, pazarlamaya kaynak oluşturabilecek fuarların ülkemizde de düzenlenmesine gayret ediyor. Örneğin; İzmir MARBLE olarak bilinen uluslararası üne sahip İzmir Fuarı, zenginlikleri ve katılımcıları açısından dünyanın ilk 3 fuarı arasında yer alıyor. Bana göre, sektördeki sıçramaya zemin hazırlayan ortam önce düşüncede oldu. Doğal taş doğru değerlendirildi, doğru tanıtıldı ve doğru pazarlandı. Ancak bir eksiğimiz var; ülkemiz insanına kendi doğal taşlarımızı yeteri kadar tanıtıp, sevdiremedik. Örnek olarak İtalya eğer doğal taşın önderiyse -ki önderidir- Türkiye ondan örnekler alır ve ülkemize taşır. Çünkü İtalyan halkı Roma uygarlığından itibaren mirasına sahip olduğu mermer bilincini o kadar benimsemiştir ki; örneğin Verona’da olduğu gibi bazı sokak kaldırımlarını kendi ocak artıkları ile döşemektedir. Ülkemizde bunu başaramadık. Özellikle, kamu yöneticilerimize bunu benimsetemedik. Şu an başta Çin olmak üzere, dünyaya doğal taşımızı blok veya işlenmiş olarak satıyoruz. Çin’in talebi blok şekilde. Amerika’ya ise kendi talepleri doğrultusunda işlenmiş olarak gönderiliyor. Özetle, rezervlerimizi usulüne uygun, çevreye saygılı olarak üretirsek hem Çin’e yetecek bloğumuz, hem de diğer ülkelere yetecek kadar kesilmiş doğal taş zenginliğimiz var.
Bu süreçte İMİB’in yeri ve önemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
EY: İMİB ve diğer ihracatçı birliklerinin aracılığı ile yapılan dış satımın maden ihracatımızın yarısına yakını doğal taşlardan gelmektedir. Bu nedenle gerek yayınlar, gerek diğer etkinliklerde doğal taş öne çıkıyor. 2016 yılında çıkan “Doğal Taşın Öyküsü” isimli kitabımızın lojistik desteğini İMİB sağladı. Araştırmacı yazar Y. Müh. Yaşar Yılmaz’ın yurt dışına kaçırılan eserlerimizi konu alan “Anadolu Doğal Taşları’nın Dünyadaki İzleri” isimli kitabı da İMİB yayınıdır. Bunların dışında Dr. Nejat Kun tarafından çıkarılan “Türkiye Mermer Yatakları” isimli yayın da İMİB desteklidir. Ek olarak şunu belirtmek isterim ki, halen görevde olan İMİB yönetiminin diğer birliklerle olan ortak çalışmalarını, Türkiye Madenciliği’nin tüm birleşenlerini kucaklamasını, ihracatın artırılması açısından yoğun bir çalışma gayreti içinde olmalarını ülke madenciliğine ilişkin kamuoyundaki olumsuz ön yargıyı olumluya çevirme yönündeki gayretlerini, yerbilimleri, maden ve cevher hazırlama mühendisliği öğrencilerine burs desteklerini çok yerinde ve başarılı buluyor ve kendilerini kutluyorum.
Meslek yaşamınız ilklerle dolu. Türkiye’nin doğal taş anlamında ilk uluslararası sempozyumunu İTÜ’de düzenlediniz. 39 ülkenin temsilcileri katılmış ve ardından bu etkinlik kitaba dönüştürülmüş. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?
EY: Rahmetle andığım Prof. Dr. Kemal Erguvanlı hocamız, 1976 yılında Türkiye’nin dünya ile bütünleşmesini sağlayan bir uluslararası nitelikte Mühendislik Jeolojisi Türk Milli Komitesi’ni kurdu. Bu komitenin etkinlikleri içerisinde yer alan yurt dışı seyahatlerin çoğuna ben de katıldım. 2000’li yılların başında, Türkiye’nin zenginliklerini öne çıkaran bir toplantıya ev sahipliği yapmalıyız, diye düşünüyordum. Bu arada 1989 yılında hocamızın kaybından sonra komitenin devamında ve yürütülmesinde görev aldım. Anılan komitenin uluslararası etkinliklerinde, güney Afrika dahil olmak üzere nerede toplantı varsa katılmaya çalıştım. Güney Afrika’daki toplantıda, “Biz 2003 yılında böyle bir toplantıya ev sahipliği yapmak ve sizi İstanbul’da konuk olarak ağırlamak istiyoruz” şeklindeki önerimi dile getirdim ve bir sunum yaptım. Sunum sonunda, kabul edilen önerimiz üzerine, 2003 yılında 300’e yakın uluslararası temsilcinin katılımıyla “Industrial Materials and Building Stone” isimli bir sempozyum düzenlendi ve sunulan bildiriler bir kitapta toplandı. O günden bugüne, bu ölçüde uluslararası yaygınlığı olan geniş katılımlı bir sempozyum yapılamadı. 2021 yılında benzeri bir sempozyum yapmak üzere halen çalışılıyor; ancak pandemi nedeniyle koşullar buna ne kadar el verecek bilemiyorum. Şunu özellikle eklemek istiyorum; İzmir’de düzenlenen MARBLE fuarları bünyesinde uluslararası nitelikte Doğal Taş Kongreleri yapılıyor. Prof. Dr. Faruk Çalapkulu ve çalışma arkadaşları bu bilimsel etkinlikleri başarıyla sürdürüyor. Gayretleri övgüye değer.
Bugün geriye dönüp baktığımızda Türk doğal taş sektörü için yaptığınız tüm bu çalışmaları bütüncül olarak nasıl değerlendiriyorsunuz. Yapmak isteyip de henüz fırsat bulamadığınız projeler var mı?
EY: Öncelikle, 60 yılı aşkın süredir çatısı altında bulunduğum İTÜ mensubu olmaktan duyduğum mutluluğu belirtmek isterim. Bu süre içinde üniversitenin Taşkışla ve Gümüşsuyu binalarında geçen öğrenciliğimden sonra öğretim üyesi olarak 27 senemi Maçka Maden Fakültesi’nin tarihi binasında, 27 senemi de Ayazağa Kampüsü’ndeki Maden Fakültesi’nde geçirdim. 2004 yılında emekli oldum. Başlangıçta da söylediğim gibi daha yorulup, eleği duvara asmadım! Üniversitemin ve fakültemin adıma lütfettiği bilimsel toplantılar, yayınlar ve özel mekanlarla ödüllendirildim. Üniversitemin ve fakültemin bu vefalı kadirbilirliğine sonsuz takdir ve şükran borçluyum.
Doğal taşlarla ilgili uğraşlarım sürüyor; ancak bir farkla: Önceleri sorulmadan da konuşur, yazar, çizerdim. Şimdi ancak sadece sorulduğunda düşüncelerimi aktarıyorum!
Son yıllarda doğal taşlarımızın yurt dışında tanıtımına yönelik İngilizce bir kitap hazırlığı içerisindeyiz. Anadolu’nun geçmişinden başlayıp günümüze gelinceye kadar farklı uygarlıklara ev sahipliği yapan ülkemizin doğal taş zenginliklerini yurt dışında tanıtmak için Prof. Dr. Celal Şengör, Prof. Dr. Yücel Yılmaz ve araştırmacı yazar Y. Müh. Yaşar Yılmaz ile dört kişilik bir yazım heyeti oluşturduk. Üç sene önce başlayan bu çalışmalarımızda, arazi incelemelerimizi ve kitabın önemli bölümlerini tamamladık. Sınırlı bir araya gelme koşullarında sonlandırmak istiyoruz. Aslında 2020’de tamamlamak istedik ancak pandemi nedeniyle yapamadık. Umarım bu yıl yapabiliriz. Bu söyleşimizle doğayı ve taş sevenleri buluşturan Natura dergisi genel yayın yönetmeni Mimar sayın Yasemin Şener Çobanoğlu’na özel teşekkürlerimi sunuyorum.






